Bir kış günü, 27 Aralık 1947’de, 1948’in yılbaşına üç gün
kala, salı günü öğleden sonra, kuruluşu M.Ö 2000’lere dayanan Sinop’un Gerze
ilçesinde doğdu. Aile kökeni aynı ilçede 1670’den de öte Gerze’de yaşadıklarını
göstermektedir. 1670 yılından daha öteye bilgi sahibi olunamadığından
atalarının buraya tam ne zaman geldiği bilinmemektedir.
Baba tarafından dedesi Karaoğlanoğlu Osman (Soyadı
kanunundan sonra Osman Pamukoğlu) Gerze eşrafından olup tütün tüccarlığı ve
tütün tarımı yanında yemenicilik (ayakkabı) sanatını yapmıştır. Anne tarafından
dedesi Kazım Arslan , Gerze’nin Türkmeneli köyünün en büyük ailesine mensup ve
ileri gelenidir.
Okula altı yaşında Gerze İnklap İlkokulunda başladı. Geniş
bahçeler ve bağlarda bağımsız ve doğaya uygun büyüdüğünden toplu sınıflardan ve
sürekli talimatlar yağdırıp, kurallar koyan öğretmenlerden hoşlandığı
söylenemez. Bitirdiği tüm okullarda da sınıflara insanları doldurup eğitim
verilme düzenini hiç sevemedi.
Cumhuriyet döneminin en büyük yangını sayılan ve 1200 ev ve
müştemilatıyla bir ilçenin yok olduğu 13 Şubat 1956 gecesi, ilkokul üçüncü
sınıfta ve sekiz yaşındaydı. 28 kişinin yanarak ve boğularak öldüğü dehşetli
anları ailesi ile birlikte sabaha kadar yaşadı. O gece iki ev ve iki
dükkanlarının yanıp kül olmasına tanık oldu. Geniş olan bahçelerinin bir
köşesinden oturdukları evlerinin de tutuştuğunu görünce, okul çantasının
çıkarılan eşyalar arasında olmadığını fark edip , evin bahçe kapısından içeri
girerek çantayı aldı ve dumandan çıkamadığı kapıdan vazgeçerek eve bağlı fırın
ve sarnıç odalarının çatı kiremitleri üzerinden, dalları buralara uzanan incir
ağacına geçerek yere indi. Anne ve babasından onlara göre, bu saçma
hareketinden dolayı da bir ton azar işitti… Bu hareketler sırasında çatıdan
çatıya geçerken, rüzgardan ve nereden geldiği ve ne olduğu anlaşılamayan bir
cisimle alnından yaralandı. Sakladığı yarayı ailesi ancak gündüz fark edebildi.
Uzun bir aralıktan sonra açılan okuluna artık yaşamlarını
sürdürdükleri bağ evinden gelip gitmeye başladı ve ailenin bu bağ evindeki
yaşamı şehirde yapılan evleri bitinceye kadar (1966) sürdü. Bağları, ilçe
sınırının bitip köy sınırının başladığı “Engel” deresinin kenarındaydı. İlkokul
bitinceye kadar üç yıl kilometrelerce yolu karda kışta, yağmurda patikalardan,
tarla kenarlarından geçerek yürüdü.
Okul temsilciliği, sınıf temsilciliği, kooperatifler
başkanlığı sorumluluğundan hiç kurtulamadı. Bütün görevler sırtındaydı.
Çevresinde her zaman sözünü dinleyen, zihinsel ve bedensel gücünden etkilenen
bir çocuklar grubu vardı. Okul idarecileri her zaman bu özelliğinden
yararlandılar.
Sonbaharda saka ve iskete gibi ötücü kuşlar tutarak onların
kaliteli olanlarını seçti ve besledi. Kışın çulluk ve karatavuk avladı. Baharda
sahillerdeki kayalık ve sığ sularda yengeç yakaladı. Bıldırcın zamanı
atmacalarını kaçıran avcıların atmacalarını ormanlarda yakalayarak onlarla
kendisi avlandı. En yakın dostları köpekleriydi. Gece gündüz onları yanından
ayırmadı.
O dönemlerde yüksek kıyılardan denizi gözetleyip, sahile
yakın gezen balık sürülerine dinamit atan adamlar vardı. Bunlar dinamit
patladıktan sonra baygın hale gelen balıkları (ki bu yerler şehrin
uzaklarındaydı) o kıyıda yüzen çocuklara toplatır, kendileri suya girmezdi. Osman
Pamukoğlu da suya dalarak balık toplayan çocuklardan biriydi. Bir gün zihninde
şimşekler çaktı. Bu adamlar bin bir zahmetle balık toplayan çocuklara
emeklerinin karşılığını vermiyor, çıkan bütün balıkları sepetlerine doldurup
gidiyorlardı. Böyle bir adaletsizlik kabul edilemezdi. O tarihten sonra da
kendisi ve arkadaşları suyun içindeki baygın balıkları, daha derine dalarak
yosunlara bağlamaya, yosun ve kayalıkların arasına saklamaya başladılar.
Yukarıdan bakan beleşçi adam artık balık göremeyip de çekip gittiğinde ise,
hemen sakladıkları yerlerden çıkardıkları balıkları halka dağıttılar.
İlkokul çağlarında kendisine verilen en büyük hediye
babasının kendisi için yaptırdığı 20 mm. çapındaki kırma tabir edilen av tüfeği
idi. Yıllar sonra üsteğmenliğinde, Kars Iğdır’da hudut bölük komutanıyken
çocukluk tüfeğini babasından istedi. Onunla büyük ve küçük Ağrı eteklerinde ava
çıktı.
İlkokul dördüncü sınıftayken (10 yaşında) dayısı ile
birlikte yakın köylerden birinde düğün nedeniyle gece yapılan güreşleri
izlemeye gitti. Zengin bir köylünün düğünü olduğundan Orta Karadeniz’in bütün
profesyonel yağlı güreşçileri de ordaydı. Küçük orta denilen bir güreş
statüsünde karşılaşmalar yapılırken, güreşçilerden birinin haksızlıkla
yenilmesine isyan ederek güreş meydanına fırladı. Haksız galip gelen ve daha
sonra karşısına çıkan iki güreşçiyi de kısa sürelerde tuşa getirerek o gün ki
ödüllerle bir koç ve üç metre on beş santim boyunda bir pazen kumaş kazandı.
Sabaha karşı bağ evine döndüğünde getirdiklerini gören babaannesi: “Bunlar
oğlumun ilk kazancı” dedi.
Kandilli Kız Lisesinde okuyan teyzesinin teşviki ile Kuleli
Askeri Lisesinin orta bölümüne müracaat etti ve sınavlar için babasıyla
İstanbul’a geldi. Hangi sınavın ne gün yapılacağı ve program tam
bilinmediğinden birkaç saat içinde kendisini spor müsabakalarının içinde buldu.
Herkes hazırlıklıydı, spor ayakkabıları, şortları her şeyleri tastamamdı. O
kısa sürede bunları bulmak ve almak imkansızdı. Ayağında o dönemde “kundura”
denilen ağır deri ayakkabılar vardı. Ayakkabılarını çıkarıp, pantolon
paçalarını yukarı sıvadı. Koşular 30’ar kişilik gruplar halinde yapılıyordu.
100 ve 400 metre koşularını yalın ayak koştu ve her ikisinde de birinci oldu.
Sınavı kazandığı haberinden sonra vapurla İstanbul’a
gelirken en iyi eğitim almış olan ötücü iskete kuşu da beraberindeydi. Gemi
Kanlıca – Vaniköy açıklarındayken, sağ kolunda duran kuşuna son bir defa baktı.
Sonra sert bir şekilde kolunu hareket ettirdi. Bu “Git, uzaklaş, ben seni
çağırırım” demekti. Özel kuş uçtu ve vapurun en yüksek sereninin üzerine kondu.
Sahibinin “okaya çekmesi” yani özel bir işaretle “gel” demesini bekledi. Ama 11
yaşındaki Osman Pamukoğlu bu işareti vermedi…
Ortaokulda derslerin başlamasından birkaç ay geçmişti. Her
çarşamba öğleden sonra aileler çocuklarını görmek için okulun orta bahçesinde
bir araya gelirlerdi. Bunlar genellikle de İstanbul ve civarında oturan aileler
olurdu. Osman Pamukoğlu da 11 yaşının verdiği duyguyla bu buluşmaları imrenerek
izlerdi. Bu çarşambaların birinde, aileler okuldan ayrıldıktan sonra görüşme
alanındaki bir oturma kanepesinin altında deriden yapılmış kalın bir cüzdan
buldu ve cüzdanı vermek için sınıf amiri binbaşının karşısına çıktı. Odada iki
binbaşı vardı. Bulduğu cüzdanı binbaşına uzattı. Cüzdanı alan sınıf amirinin
ilk sözü “İçinde kaç lira var?” oldu. Cevabı: “Bakmadım, bilmiyorum…” İki
binbaşı kulaklarına inanamadı. İkisi birden: “Sen bunu merak edip, hiç içini
karıştırmadın mı?” “Hayır, açmadım ve bakmadım; çünkü başkasına ait” diye
cevapladı. İki subay birkaç kez birbirlerine baktı, bir şeyler söylemek
istediler ama diyemediler. Osman Pamukoğlu selam verdi ve odadan çıktı.
Ertesi gün erken saatte sınıf amiri olan binbaşı kendisini
çağırdı ve şunu söyledi: “Osman Pamukoğlu sana okul Sancağının muhafızlığı
görev ve sorumluluğunu veriyoruz. Bu hizmeti layıkı ile yapacağına ben ve daha
üst amirlerimizin güveni tamdır…” “Sağolun” dedi ve binbaşının yanından
ayrıldı. Taksim Meydanı, Dolmabahçe ve Fenerbahçe stadyumlarında yapılan tören
ve gösterilere okulun “şeref ve onur” timsali Sancağının sağ baştaki muhafızı
olarak katıldı.
Askeri Ortaokulun birinci sınıfının dersleri bitince O’da
diğer öğrencilerle beraber yazlık askeri eğitim kampına katıldı. Disiplin ve
yanaşık düzen eğitimleri sonunda öğrenciler Kırıkkale piyade tüfeği ile üçer
mermi atış yapıyorlardı. Eğiticiler teğmen ve üsteğmen rütbesindeki subaylardı.
Nasıl nişan alınır? Nasıl nefes kesilir? Nasıl tetik düşürülür? Büyük bir
coşkuyla anlatıyorlar, öğrencilerde 12 yaşın getirdiği heyecan ve ürküntü ile
onların anlattıklarını dinliyorlardı. Osman Pamukoğlu her iki tarafı da
tebessümle izliyordu. Sonuçta kendi tüfeği ile hedefe O da üç mermi attı.
Sonuçları tek tek ve ismen kaydeden teğmen yanına geldi: “Bugün en şanslı
sensin Pamukoğlu, çünkü üç mermide tam 12 göbeğinde ve sanki üç mermi de aynı
noktadan hedefi delmiş neredeyse” dedi. Ve devam etti “Ben ordu atış takımındayım,
böyle bir vuruşu biz bile yapamayız, var mısın benimle bir yarışa?...” İçinden
“Hemen, derhal” demek geldi ama kendini frenledi ve teğmene cevabını verdi: “Üç
beş günlük nişancılık eğitimi ile böyle bir sonuç alınır mı teğmenim, bu
tamamen tesadüf, ben bugün çok talihliyim…” Teğmen başka bir grubun yanına
gidince bir gülme krizine tutuldu ve uzun süre kendine gelemedi…
Askeri ortaokulun birinci sınıfına başladığı yıl, Milli
Savunma Bakanlığı askeri liselerin, Selimiye kışlasında birleştirilmesine karar
verince Osman Pamukoğlu da Çengelköy’den Selimiye’ye intikal etti. Kışlanın
güney ve batı yönündeki pencerelerden görünen Marmara denizinin durgun ve
dalgasız halini hep yadırgadı. “Deniz dediğin köpürmeli ve dalgaları
şahlanmalıydı”. O’na göre burası bir gölden başka bir şey değildi. Her zamanda
böyle gördü ve algıladı.
Bağımsızlık ve bireysel özgürlüğe düşkün kişiliğini,
Selimiye kışlasının dört duvarı ve kalın demir kapıları sürekli sıktı. Hafta
sonları dışarı çıkabiliyordu ama bu ona yetmedi. Akşam etütleri bitip herkes
yatakhanelerine çekildikten sonra, nöbetçi subaylarını gece sayımlarında
yanıltmak için yatağında mostra kurup, ünlü kışlanın insanları ürküten zemin
kat ve dehlizlerine indi. Burada üniformasını çıkardı ve sakladığı yerden
aldığı sivil kıyafetlerini giyerek karanlıklara karıştı. Firarlarında
saatlerini genellikle sahiller ve ağaçlıklı korularda geçirdi. Filmlerini
beğendiği zamanlarda da Üsküdar’da “Sunar”, Kadıköy’de “Süreyya” ve “Opera”
sinemalarına gitti . Bu gizlice kaçma ve sabaha karşı yatakhanesine geri dönme
faaliyeti defalarca ve ortaokul bitinceye kadar devam etti. Her an laf anlamaz
bir nöbetçi askerle karşılaşma, koridorlardan eksik olmayan nöbetçi subaylara
yakalanma ve sonunda da okuldan kesinlikle atılma tehlikesi O’nu özgürlük
aşkından vazgeçiremedi…
Cumhuriyet döneminin en büyük yangınında okul çantası için
çatılardan atlayan, henüz ilkokuldayken bile çevresini gücü ve zekası ile
kolayca etkileyen, Gerze’nin derin ve karanlık orman arazilerinde korkusuzca
tek başına avlanan, haksızlığa dayanamayıp er meydanlarında yılların
güreşçilerine meydan okuyan, yalın ayak dahi olsa paçaları sıvayıp mücadeleye
girmekten biran tereddüt etmeyen, bir kartal gibi keskin gözleriyle hedefi asla
şaşırmayan ve belki de en mühimi hürriyet duygusundan asla vazgeçmeyen bir
çocuğun ruhunda adalet, cesaret ve hürriyet ile büyüyen Osman Pamukoğlu’nun
meslek yaşamı, yazarlık hayatı ve siyasi mücadeleye atılmasıyla ilgili
biyografisini ise her yerde bulabilirsiniz…